Ölümlü Makineler / Stanislaw Lem

Ölümlü MakinelerÖlümlü Makineler

Ölümlü Makineler’den…

Bir zamanlar hiç yorulmadan görülmedik aletler tasarlayıp olağanüstü makineler yapan bir mucit yaşardı. Bu mucit kendisine, tatlı bir sesle şakıyan küçük mü küçük dijital bir aygıt yapmış, adını da “kuş” koymuştu. Simge olarak kendisine kara bir yürek seçmişti, elinden geçen her bir atom bu damgayı taşıyordu, öyle ki sonraları atom yelpazelerinin arasında titreşen kartlara rastlayan bilim adamları adeta büyülenmişlerdi. Büyüklü küçüklü birçok yararlı makine yapmıştı bu mucit, ta ki yaşam ile ölümü birleştirip imkânsızı başarmak gibi akıl almaz bir fikre kapılana kadar. Sudan akıllı varlıklar yapacaktı; ama hayır, ilk anda aklınıza gelmiş olabileceğinin tersine, canavarca varlıklar meydana getirmek değildi niyeti. Yumuşak ve ıslak bedenler geçmiyordu aklından; bunun düşüncesinden bile en az bizler kadar nefret ediyordu. Onun istediği gerçekten güzel ve akıllı varlıklar yaratmaktı, bu nedenle kristal olmalıydılar.

Bütün güneşlerden alabildiğine uzak bir gezegen seçti mucit, bu gezegenin donmuş okyanusundan buzdağları kesti ve bu buzdağlarını oyarak Buzadamları yarattı. Onlara bu adı vermişti, çünkü ancak dondurucu soğuklarda, güneşsiz diyarlarda var olabiliyorlardı. Çok geçmeden kendilerine buzdan şehirler ve saraylar inşa eden Buzadamlar, ısı yaşamlarını tehdit ettiği için, yerleşimlerini kocaman saydam teknelerde topladıkları kutup ışıklarıyla aydınlatıyorlardı. İçlerinde diğerlerinden daha önemli olanlar daha çok kutup ışığına sahipti; limon sarısı ve gümüş renginde ışıklardı bunlar. Mutluluk içinde hayatlarını sürdüren Buzadamlar, ışığın yanı sıra değerli taşları da sevdiklerinden kısa sürede mücevherleriyle ünlendiler.

Donmuş gazlardan kesilip taşlanan bu mücevherler, zayıf kutup ışıklarıyla aydınlanan sonsuz gecelerine renk katıyordu. Kristal parçaları içine yerleştirilmiş büyülü bulutları andıran bu ışıklar, tıpkı yakalanmış birer hayalet gibi ışıldıyordu. Bu zenginliklere sahip olmak için yanıp tutuşan kozmik fatihler de çoktu, çünkü Buzkara, evrenin en uzak köşelerinden bile görünüyor, gezegenin yüzeyi, siyah kadifeden bir kaide üzerinde yavaşça döndürülen bir mücevher gibi ışıldıyordu. Böylece Buzkara, savaş meydanında kendilerini kanıtlama hevesindeki maceraperestlerle dolmaya başladı. Gelenlerin ilki, bir adımıyla yeri göğü titreten elektroşövalye Pirinç’ti. Ama

LİNK

Author: admin

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir